Ali Galip AKYILDIRIMYazarlarımız

An Gelir Yıllara Sığan Ömrün Yaşadığın Şehre Sığmaz

Yıllara sığan ömür, bir bakarsın yaşadığın şehre bile sığmaz olur.

Saçlara düştü mü aklar, işte o zaman sorgulanır yıllar ve can dediklerin canım dediklerin.

Sitem edilir, ne kadar çabuk geçti diye zaman.        

O yılların içerisinde kimler vardı, neler yaşandı, neler oldu, bu ömür nasıl törpülendi, nasıl bu hale geldi?

Soran bile olmaz.  “Yaşlı” der geçer herkes.

Törpülenmiş bu ömrün bir hikâyesinin olduğu kimsenin aklına bile gelmez.

Evet; bir de bakarsın ki, yıllara sığan ömür, ne evine sığmış, ne de yaşadığı şehre.

Günün birinde tutmuşlar elinden, yaşadığın şehrin uç bir noktasında, ya da o şehirdeki bir dağın tepesinde yapılmış, gözden ve gönülden uzak, adına “Huzurevi” denilen son istasyona teslim etmişler.

Titrer yürek, ıslanır yaşlı bedendeki yaşlı göz, bir şeyler düğümlenir boğazına, ama konuşamaz. İtiraz edemez.

Bunun da adını kader koyar.

Ne zaman bir huzurevine baksam, yanından geçsem aklıma “Beyaz Melek” adlı film gelir. Ve o filmde ki diyaloglar.

 Filmin kahramanı Keke soruyor huzurevi görevlisine.

—Burası neresidir?

Görevli cevap veriyor.

—Burası insanların ölümü beklediği yerdir.

—İnsanlar ana-babalarını niçin getirip buraya bırakırlar?

Yaşlı kadın cevap verir,

—Analar-babalar küçücük yerlerde, küçücük yüreklere çocuklarını, torunlarını sığdırabilirken, evlatlar koca koca apartman dairelerine veya villalara ana babalarını sığdıramıyorlar.

Evet, ne zaman bir huzurevinim önünden geçsem, uzaktan görsem

bir gariplik bir hüzün çöküyor üstüme ve “Beyaz Melek ”ten o diyaloglar yankılanıyor kulaklarımda.

Özellikle de Biga’da dağ başına yapılmış huzurevini görünce…

Adı huzurevi de olsa, huzurevleri yıllarca içine sığdığı evlere artık sığmayanların, yıllarca yollarında yürüyüp hizmet verdiği şehre bile artık sığmayanların sığındığı yer.

Huzurevlerinin imkânları ne kadar iyi olursa olsun, çalışanları ne kadar iyi yürekli olurlarsa olsunlar hep bir hüzün ve mutsuzluk vardır orada yaşayanlarda.

Çünkü buradakiler yalnızlığa mahkûm yaşıyorlar.

 Son istasyonda inmeyi ve beyaz bir meleğin onlara dokunmasını bekliyorlar. Onların özlemlerini, hayallerini, düşündüklerini kimse bilmez, kimse hissetmez.

Huzurevi dedik;

Zaman uzar mı, yoksa kısalır mı burada bilinmez.

Bazen zaman yüz yıllar kadar uzun sürer burada bazen yolun sonu özlemle beklenir. Anılarla yaşayan bedenler, feri gitmiş gözler her duydukları farklı bir seste “ahde vefayı” ararlar.

 Hatırlarının sorulmasını özlerler.

 Konuşmak isterler, anlatmak isterler, anlaşılmak isterler.

Heyhat, ne arayan var ne soran.

Aslında çok fazla bir şey istemiyordu.

Belki bir çocuğa bir masal anlatmak, belki bir yetişkine son bir ders vermek istiyordu.

Bakın,  Cahit Sıtkı Tarancı yalnızlığı ne kadar güzel anlatmış şiirinde.

“Neden sonra farkına varıyorsun

Etrafındaki korkunç ıssızlığın

Yar olsun, dost olsun, ne arıyorsun

Adresi belli mi vefasızlığın

Aşk, dostluk!

Hepsi dökülen yapraklar!

Çıplak bir ağaç durgun suda aksin

Yalnızlık dediğin hayatla başlar

Kabir boyunca devam etmek için”

Huzurevinin bulunduğu o uzak tepeden bakar, bir zamanlar yaşadığı şehre…

Bu şehre bile sığmadığını o vakit anlar.  

O vakit anlar ki, bunun adı yaşlılık ve yaşadığı dünyaya sığmamaktır.

Bir huzursuzluk kaplar gönlünü, huzurevinde.

Düşünür dostlarını. Ürperir, çoğu artık ötelerdedir.

Belki de sıra kendisine gelmiştir. Bir daha ürperir.

Sıra kendisine gelmeden anılarını paylaşmak ister, kendisi ile beraber toprağa gömmek istemez.

Ama nafile, ne anlatacak biri ne de dinleyecek bir var.

Zaten korkar anlatmaya, gülecekler diye.

En yakınındaki huzurevi arkadaşına anlatmak ister, o da nafile.

Çünkü onun da anıları toprak olmaya mahkûm.

Kimse düşünmez ki, o yaşlı beden yılları bağrında demlendirmiş, sohbeti bir demli çay gibidir.

Yudum yudum içilmeyi bekleyen anılar var, yaşama dair hayata dair.

Şunu herkes iyi bilmeli ki, yaşlılık sadece bastona dayanmak değil, sevdiklerine dayanmak, insana dayanmak, sevgiye dayanmaktır.  Ve yaşlılık herkes için kaçınılmaz bir son, hayatın yazılmış kitabıdır.

 Can Yücel’in dediği gibi;

“Bir gün bu hayatı bırakıp giderken,

Sadece mutluluk olmalı yüzümüzde

Bir birimizi sevmenin gururu olmalı her şeyde…”

Sonuç olarak “yaşlılık herkesin yakalanacağı bir hastalıktır.” Bunu düşünerek yaşlılarımıza gereken değeri verelim, yardımcı olalım, saygıda kusur etmeyelim!

 Ali Galip AKYILDIRIM

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site is protected by reCAPTCHA and the Google Privacy Policy and Terms of Service apply.

The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.

Başa dön tuşu