Ruhuna Sahip Çıkmak!
İnsan, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlıktır. En azında bu görüşü destekliyorum. İnsanın bedeni onun tek gerçekliği midir? İnsan sıradan bir cevher midir? Ruh, nefs ve bedenden oluşmuş bir varlık mı? Beden ruh ilişkisi nedir? Düşünen beden mi, ruh mu? Ruh bedeni etkiler mi? Gibi kompleks soruların detayına girmeden, asıl meramım olan ruhsuz bir hayatın yaşama olan dezavantajından bahsedeceğim.
Bildiğiniz gibi insanın vücudu, fiziksel ve kimyasal yapılardan oluşan biyolojik bir sistemdir. İnsanın destek ve hareket sistemi var. Dolaşım, sinir, solunum ve sindirim sistemlerine sahiptir. Aynı zamanda insan vücudunun ana birimi hücredir. Hücreler ve hücreler arası maddeler birleşerek dokuları oluşturur. Dokular, biçimsel ve işlevsel birimler olan organları oluştururlar. Organlar bir araya gelerek sistemleri oluşturur. Sistemler bir araya gelerek canlı organizmayı oluşturur. İşte o canlı organizmalar varlıklar ve bizleriz.
İnsan sadece bu organizmaların fizyolojik ihtiyaçlarını yerine getirmek için var olan bir varlık değildir. Sadece amaç bu olsaydı hiç şüphesiz anlamlı bir varlık olamazdı. Bu anatomiyi, bu bedeni anlamlı hale getiren içindeki ona hayat veren ruhtur. Ruh ve beden birbirini tamamlar. Beden tek başına bir işe yaramadığı gibi, ruh da bedensiz bir işe yaramamaktadır. Bu ikisinin bütünlüğünü korumak ve ikisini de doğru bir biçimde takviye edip, beslemek gerekir.
Günümüzde beden bütün ihtişamıyla beslenirken ruh can çekişiyor. Ve can çekişen ruhun karşısında hiçbir şey yapmadan öylesine duran bir insanlık var. Birçok insan öylesine ruhlarından kopuk yaşıyor ki, adeta hırslarının esiri olarak sadece bedeni duyurmanın peşinde sürüklenip durmaktadır. Yaşamları, sadece maddi kazanç ve zevk üzerine inşa edilmiş. Ekonomi ve maddi kazanç insanın yaşaması için mutlaka çok gereklidir ama bu insan hayatının amacı haline gelmemelidir. Bu eğer amaç haline gelirse; insan, insanlığından ve ruhundan giderek uzaklaşır. Sadece nefsinin güdümünde bedeni düşünen insanın ruhu zayıflar. Hâlbuki bugün madde müptelası olmuş kazanç dünyasının o acımasız girdabında, muazzam bir tempo ile yaşayan insanlar arzularının yanında ruhun mahiyeti ve varlığını da içine alacak bir bilinç içinde yaşadığı zaman büyük bir irfana ve marifete kavuşacaklardır. Ne yazık ki bu muvazeneyi yaşayacak çok ender kişiler var. Bunu terazinin iki kefesi gibi düşündüğümüzde her zaman bir tarafına daha fazla yükleniliyor. Ya doyumsuz bir şekilde bedenin ihtiyaçlarına adınmış bir hayat ya da ruhu tamamen maddeden ayırarak hiçbir şeye faydası olmayan münzevi bir ruha yöneliş sürdürülüyor. Bu dengesizliği gidermek için hayatın anlamına karşı anlamlı bir bilinç oluşturmak elzemdir.
Peki, günümüzde terazinin hangi kefesine daha çok rağbet vardır?
Bedene mı, ruha mı? Kesinlikle bedenin arzularına çok daha fazla ilgi vardır. Tabiri hoş ise adeta insanlık ruhunu demirden yapalı kapalı bir kutuya koyup ve üstelikte bir güzelce kilitleyip, anahtarını da yutan bir insan modeli ile karşı karşıyayız. Ve ruh bu kapalı kutuda; yaralı, yorgun ve yalnız bir şekilde darağacında ölüme mahkûm edilmiş bir idamlık gibi durmaktadır. Ruhundan uzaklaşan, ruhunu duymayan, ruhunu anlamayan, ruhuna uymayan, ruhuna sağır kesilen insan için dünya küçülür ve küçülen bir dünyadan korkan hale gelir. Bu nedenle bu kadar mal mülk yığmak istiyor. Çünkü dünyası küçülen insan, yaşadığı dünyanın ona yetemeyeceğini zanneder. Hatta toplayabildiği kadar gelecek soyu içinde toplamak istiyor. Belli bir süre sonra bu esaret onu hayatın sadece maddeden ibaret olduğuna ikna eder. Sanki en çok toplayan ve mal yığan en iyi insandır konusunda ikna eder.
Şunu unutmayalım: İnsanlar arzularının peşinde koşup durduğu sürece; ruh bir yorgunluğun içinde debelenip durur. Ruh yorgunluğu yaşıyor dünya desek abartmış olamayız. Bu meşgaleyle ruhu yorulmuş dünya, ne kendisi için ve ne de bir başkası için en küçük bir çabası yok. Bugün genel tablodan temaşa ettiğimizde artık ruhu yorulmuş bir dünya mevcut. Bu yorulmuş ruhta insan her geçen gün daha fazla huzursuz, daha fazla çaresiz, daha fazla cansız, güçsüz, etkisiz, miskin ve yalnızdır. Erdemlik yok ve kimse, artık; kimsenin, kimsesi değil. Çünkü ruhunu kaybetmiş ve ruhunu duymayan bir insanlık bütün serencamıyla karşımızda durmaktadır.
Bu ruhsuzluk sorunu aynı zamanda insanda heyecanı ve dirliği de kaybettirir. İnsanlar artık bir şeyi heves ve tutkuyla yapmıyor “mış miş gibi” yapıyorlar. Mantığıyla ve beyniyle sevmeye hissetmeye çalışan insan yok artık dünyamızda ya da çok azdır. Çünkü ruhuna engel konulmuş, kalbini koyuverip gitmiş bir görüntü oluşmuş. Bu model sıkıcı, renksiz, tutkusuz, hareketsiz, tatsız-tuzsuz kişilerle dolup taşıyor. Oysa kendisini yüksek duvarlarının arkasında, siyah-beyaz dünyasında, yaşadığını zannederek gülüp geçmektedir.
İnsan bir an önce bu demirden kutunun içinde ruhunu çıkartıp azade etmesi gerekir. Ancak ruhunun özgürlüğü ile dünyasını ve yaşamını çoğaltacak, aynı zamanda anlamlı değerli bir duruma sokacaktır. İnsan bilmediği, anlamadığı, yaşamadığı için varamıyor ruhun o büyülü dünyasına! Var olamıyoruz anlamlı bir şekilde! Ve anlamlı bir şekilde var olamadığımız içinde; hayatın döngüsünde aslında varız, fakat var olan ölüler olarak, yaşayan ruhsuz ölüler olarak kıvranıyoruz.
İnsan ruhuna, yüreğine, kalbine, kendisine, kendi içinde dönmelidir. Yitirdiği kaybettiği ve kutunun içinde hapsettiği ruhunun peşine düşmelidir. Teknolojinin baş döndürücü hızıyla nereye doğru koştuğunun ve nereye doğru varacağının muhasebesini yapmalıdır. Bir yanda kazandıklarını bir yanda kaybettiklerini/bir yanda elde ettikleri bir yanda yitirdiklerini/ bir yanda vardıklarına bir anda yok ettiklerine ve bir yanda sahip olduklarına bir yanda ise sahip olamadıklarının üzerine ciddi manada kafa yormalıdır… İnsan ancak bütün bu durumu ruhuna sahip çıkarak anlayabilir.
İnsanın bir ruhu olmalı. Ruhuna sahip çıkmalı. Onu fark etmelidir. İnsan ruhuyla düşünmeli ve ruhuyla yaşamalı. Ruhunu diriltmiş ve ruhuyla hemhal olmuş bir kişilik şüphesiz sağlıklı bir kişiliktir.
Şu an ki aktüel hayatımızda elbette çektiğimiz zorluklar var. Başta; ekonomik, sosyal ve siyasal süreçlerde zorluklar yaşıyoruz. Bunlara kayıtsız kalamayız. Görüp müdahale etmeliyiz. Tam da bu bilince kavuşmak için ruhunu duymalı ve anlamalı insan! Yaşadıklarımızdan dolayı, adeta sudan çıkmış balık gibi debelenip çaresiz kaldığımız anların içinden çıkamadığımız için ruhumuz daralıyor, sıkılıyoruz, bunalıyoruz, eziliyoruz, büzülüyoruz, korkuyoruz… Ne yana baksak, hangi tarafa yönelsek her şey kapkara, geleceğin umut kokmadığı, kötümser karamsar tablolarla karşılaşıyoruz. Ürküyoruz, korkumuz gittikçe büyüyor içinden geçtiğimiz günler avcının avını vurduğu gibi umutlarımızı vuruyor, huzursuz mutsuz kılıyor bizi, yarına dair, güzele dair, iyiye dair beklentilerimizi baltalıyor. Bu kadar çıkmaz sokaklara mahkûm olmamak adına ruhumuzun farkına varıp ona sahip çıkmalıyız. Yoksa dışımızın karanlığında kaybolup gideceğiz. Dışımızdaki kömür karası karanlıklardan, içimizi, ruhumuzu, kalbimizi, aklımızı, gönlümüzü korumak durumundayız. Kendimizi, varoluş amacımızı, insanı ve insanlığı ve de dünyayı; karamsar kötü tabloların kuyusuna düşmekten kurtarabilmek için ruhumuza tam anlamıyla dönmeliyiz. Hakikat ruhumuza düşmeli, gerçeği ruhumuzla düşünmeliyiz. Ruhumuza uymalıyız, ruhumuzu anlamalıyız. Ruhumuza sahip çıkıp onu duymalıyız.