Kendimle Hasbihal

Kasvet ve üzüntü ile bürünmüş loş ışıklı bir odayım.
Beyaz perdesi yarı aralanmış bir pencerenin önündeyim.
Hava yağmura meyledercesine kapalı duruyor.
Odada yanları biraz pejmürde olmuş iki koltuk var. Her ne kadar döşemesi dokusu yıpranmış olsa da hatıraları hürmetine atılmaya kıyılmayan iki koltuk.
Sağ koltukta görmeyi bırakıp artık bakmalara dalmış yekbaşına bir ben duruyorum. Diğer tarafta karşımda görünürde boş lakin çocukluğumu sukutu hayale maruz bırakmış takatsiz bir koltuk duruyor sanki! Kendileriyle teferruatlı bir hasbihale başlamak istiyorum. Fakat başlayamıyorum bir türlü sözlerime.
Sen diyorum usulca; “neden böyle umutlarımı bir mengene gibi sıktın?”
Sonra cevap vermesini beklemeden “boş ver nasılsın?” diye soruyorum. Zaten hayat dediğin şey bağrındaki zorluklarıyla insanı pişirmelidir. Yoksa değerini sana hissettirmez.
Akabinde yüzüme bir tokat gibi vurulan yaşamışlıklar aklıma geliyor. Kendisine hayat diyorum hayat!
Devam ediyorum kendisiyle konuşmaya:
Şu hayat hengâmesinin getirdiği bu gürültü patırtı, karışıklık ve kavganın içinde başımı alıp gitmek istiyorum.
Sanki dönüp bana :“Nereye gideceksin?” diye soru soruyor.
Sıralı cevaplar veriyorum:
Hâlihazırda daha önce gidilmemiş bir yere ve ayak izi olmayan bir yoldan alabildiğince yürümek istiyorum.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce yol almak istiyorum ve hiçbir yoldaşa ihtiyaç duymadan, gidilecek-varılacak menzili düşünmeden.
Ayak izlerimin yoldaki gölgesine baka baka kendim ile yine kendimle yol alarak ve yolculuk ederek tüm kırılmış ruhumla gitmek istiyorum.
Her şeye kayıtsız ve bigâne kalarak gitmek istiyorum.
Ruhumu parçalayan çocukların gözyaşlarına, annelerin yürek dağlayan çığlıklarına, yerlerinden-yurtlarından sürülenlere de bihaber kalmak istiyorum.
Zulmün akışına, zalimin düzenine da kayıtsız kalmak istiyorum.
İsyan ediyorum! Nedir ki bu?
Şekil değişiyor, yer değişiyor, zaman değişiyor, yapanlar değişiyor, maruz kalanlar değişiyor ama kötülük, acı, üzüntü, keder, tasa hep galip geliyor. Zira medeniyetin, insaniyetin ve iyiliğin ödemesi gereken bedeller hep yüreği insanlık için çarpanların boynunda ve hep onların gönlüne kor ateş düşürüyor. Bu insan denen varlığın tarihi bu diyalektik rayı üzerinden hiç kopup gitmiyor mutluluk bahçelerine doğru.
Öyleyse;
Nedir bu erdemlik?
Nedir bu diğerkâmlık?
Nedir bu müsamahakârlık?
“Dur!” diye bağırıyor sanki karşımda duran sıfatı bozulmuş koltuk.
“Bak” diyor: “Şu tabiatın her yerinde her canlının kalbi bir başkası için çırpınıyor.”
O an da aklım ve duygularım adeta bir çatışmanın içine girdi.
Koltuk bana duygularımın aklıma hükmettiğinden bahsediyor. Ve açıklıyor: Akıl sorgulayarak, duygu severek yaşamayı mecbur kılar. Akıl aktif olanı, zor olanı, evrensel olanı etken kılmaya çalışır. Duygu edilgen, pasif, daha çok menfaatçi, çabasız, tatlı ve kolay olanın peşinden gider.
“Yapma” diyor; eğer duygular akla hükmetmeye başlarsa bu insanlık için bir felaket olur! Böyle bir şey olduğunda insanlık dengesi bozulur, düzen kaosa, özgürlük köleliğe, medeniyet geriye, insanlar cehalete, bilgi hurafeye dönüşür.
Duygu akla hükmetmeye başladığında denge bozulur, düzen kaosa, özgürlük köleliğe, medeniyet geriye, insanlar cehalete, bilgi hurafeye dönüşür. Başıbozukluk, kargaşa eksik olmaz.
“Gel” diyor; aklınla duygularını hemhal eyle. Duyularının hâkim olduğu yerde aklınla dengele, aklının hâkim olduğu yerde de aklının içine bir nebze duygu damıt…
“Ah be sevgili koltuk!” diyorum bir göğüs geçirerek. İçimin bir yerlerinde her şeyden uzak ahvali üzerine, nefes alıp bu hayat yolculuğunda kayıplara karışmak istiyorum. Görmüyor musunuz? Şöyle kafanızı kaldırıp bir bakın yeryüzü sakinlerinin yaptıklarına.
21. yüzyıldayız ama hala kavga, kan, savaş, acı, gözyaşı, vahşet, barbarlık bitmiyor ne yazık ki bitecek gibi de hiç durmuyor.
Maatteessüf insan olmayı pek beceremedik!
“Muasır medeniyetler seviyesi” görüşü laf salatası laga lugasından öteye gidemedi. Arsıulusal faydaya bütün insanlıkla çıkmamız gereken çağda bu ne barbarlık, bu ne düşmüşlük, bu ne çürümüşlük böyle.
Bilmiyorum koltuk. Ne zaman toparlanacak bu insanlık? Ne zaman gerçekten insan olmayı becerebileceğiz? İnan ki yorgunum, bilmiyorum ama buna olan inancım da gittikçe azalıyor bu korkunç düşmanlığın, nefretin ve kinin arasında.
Bana gelince, bu ahval ve şerait üzerine yani insanın, insana acıdan başka hiçbir şey vermediği dünya girdabında, benim ahval ve şeraittim bir kaplumbağa teslimiyeti içinde sürüp gidecektir. Varlığıyla yokluğuyla bütün her şeyi kendimden olduğunu bilip öylece yürümek istiyorum.
Yani sevgili koltuk: İnsan olmak, insan olamamak ve insan kalabilmek savaşında; teessürüm ve derdimin yalnızca kendimle olduğu inancıyla yolculuk etmek istiyorum. Varır mıyım bu yolculuğa? Bilmiyorum ama çabam ve gayretim hep devam edecek.
Hasbihâlin sonuna gelirken bir şeyi itiraf edeceğim koltuk. Biliyorum koltuk senin üzerinde oturan benim çocukluğumdur.
Büyüyen bedenime rağmen, karşı koltuğa çocukluğumu oturtmayı başardım bugün; bunun için mutluyum. Ve bu başarı hâlâ kalbimin içindeki çocuk yanımın kırıntıları olduğundan dolayıdır. Ve dimağımda şimşekler çakmışçasına birden kalkıp ona sarılmak istiyorum. Tek bir istirhamım olacak ondan: Bu karmakarışık dünya girdabında, ara sıra sana sarılmam gerektiğini lütfen bana hatırlatır mısın?