İçimizdeki Hayat

Yaşadığımız hayatı iyisiyle kötüsüyle, güzelliğiyle çirkinliğiyle ilmek ilmek seçimlerimizle biz dokuruz.
Bizi var edip ortaya getiren de bize hayat veren de geride güçlüklerle dokunduğumuz tercihlerimizdir.
Zıtlıklarla kurulu bir düzenin her seçimin sonucu hayatımızın bir noktasına temas ediliyor.
Bazen yaşam boyunca bedelini ödediğimiz onlarca tercihin ödenmemiş bedellerini bile hisseder ruhumuz.
Bu yüzden çoğu zaman bedelini ödemeye korktuğumuz seçimlerin yollarını seçeriz.
Bu; aslında tıpkı süngüleri düşmüş kapılardan içeri girebilmek için hazırlanmış ölçüler kadar basittir.
Çünkü yaşam zordur ve bize öyle süngüleri olmayan kapılar kadar aralık bırakmaz.
Seçimlerimizle kalıplara sığdırmaya çalıştığımız ve yönlendirmeye çabaladığımız hayatı, ancak yönünü kaybetmiş bir karıncanın acizliği gibi yönlendirip yaşayabiliriz.
Bazen de kalıplara sokmaya çalıştığımız hayatın kalıplarını kırmak için yön değiştiririz.
Aslında farkında olsak her şeyin ilmeği farklı yoldadır.
Ve kalıplar yalnızca zihinde durur.
Bu da bize şunu gösteriyor; ilmeğini hissederek dokuyabileceğimiz her iradenin gücü, tıpkı renkli bir kilimin ortaya gelmesi için gereken kol gücü kadar cesur kalmalıdır.
Hayata cesur bakmalıyız ve tercihlerimiz cesurluk dokumalı. İlmeği ise güçlü bir şuur varsaymalıyız.
İşte bütün bu keşmekeşin girdabında sessiz bir köşeye çekilmek istiyor bazen insan, tüm kalabalıklardan uzak, herkesten ırak, yaşamın gerisinde ve o bildik yapısıyla.
Ve sorsan her şeyden sarfınazar, kalacağını, gidemeyeceğini bilerek ruhun o sonsuza değin yaşayacak olan, ölümsüz, kalımlı payidar duruşuyla…
Böyle anlarda sanki zihnin kuytuları arasından bir orman uzanıyor gibi ve doğanın o harikulade gizemiyle tüm renklerini koynunda saklayan yapısıyla ortada duruyor.
Masalsı bir davetkâr uzanıp çekiyor insanın göçebe ruhunu, o ormanın derinliklerine doğru…
İnsan arkada akıl taşlarını bırakarak, ruhunu soyundurarak giriyor bu dehlizle dolu ormana.
Ve bazen de fazlalıklarından arınarak, omuzlarında taşıdığı yüklerinden bir süreliğine kurtularak dalıyor derinliklere doğru.
Efsunla, büyüyle dolu bir orman burası.
Ve insanın her yaşanmış anı sanki bir ağaca asılı duruyor en masum haliyle.
Dallarda tanınmış siretler ve suretler çiçek açmış bazıları…
Dalların bazısında ise siretler ve suretler solmuş hazin durumuyla duruyor.
Ve bu büyülü ormanda; geçmiş ve gelecek aynı patikada beraber yürüyor.
Zaman ormanın içinde akıp giden bir dere gibi.
Kuş cıvıltısı gibi mutluluk ve sevinç veriyor atılan her kahkahalar ve ormanın o heybetinde ateşböceği gibi yanıp sönüyor umutlar…
Ve hayat dediğimiz o tanımlamasında zorlandığımız şey ise; bir köşesi esenlik ve neşe, diğer köşesindeyse dev ısırganlara dönüşmüş savruk keşkelerle dolu…
Bir yanıyla da hayal kırıkların parçalarıyla etrafa saçılmış ve değdiğini tıpkı jilet gibi kesiyor.
Birde yarım kalmışların taşı apaçık duruyor ortada…
Üstüne oturup belki biraz tefekkür etmek, düşünmek gerek…
İşte gene o tanımlanması güçbela yaşam nedir sorusu geliyor dimağlara.
Uyanıkken görülen hayal mıdır yaşam?
Ve gerçek olan hatırlanması gereken yegâne şey midir unutulan?
Bunca suret, bunca siret, bunca hayat ve bunca insan…
Sayabilir mi insan bunca nefes alışı, bunca kalp atışı, bunca yürek çarpıntısını?
Ve bunca çağların sorulan sorusu gelir oturur insanın yüreğine: “Nedir insanı, insan yapan?”
Biraz olsun hatırlatır belki içimizdeki o künhüne vakıf olamadığımız orman…
Çünkü yalnız değildir münzevi olan…
Bazen çaba asıl özüne açılır, dışa kapanan… Korkmadan, yılmadan ve tükenmeden adım attığında belki keşfedilir içteki o büyülü orman…
Ya da her insan kendi ormanında münferit bir ruh olarak kalır.
Öyle gizliden, öyle içten mecruh…