Bir Zamanlar Bir Türkiye Vardı
Bir zamanların Türkiye’si derken, kederde tasada, kıvançta bir olduğumuz yılların Türkiye’sinden bahsedeceğim.
Benim yaşımda olanlar hatırlar; O fakir ama onurlu Türkiye’yi ve o mutlu yılları.
Çok eski yılları değil, yetmişten seksene kadar olan yılları özlüyorum.
Yetmişler de hepimizin ülkemiz ile ilgili hayalleri vardı.
O hayallerimizin bir ucu “Milliyetçi Türkiye ’idi, diğer ucu “Tam Bağımsız Türkiye.”
O yıllarda istediğimiz kendi yolunda, kendi hedeflerine giden bir Türkiye isteğiydi.
Toplum olarak bozulmadan çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak istiyorduk.
Yaşam zordu ama insanlık güzeldi…
Her ne kadar sağ-sol kavgası olsa da insanlarımız bir birine bu kadar diş bilemiyordu.
Sağ-sol kavgası vardı ama sağ göz sol göze düşman değildi. Komşuluk ilişkileri her şeyin üstündeydi.
ABD’nin o zamanlarda kendi çıkarı için Türkiye üzerinde oyunları vardı.
Amerika’nın kan kokan siyaseti ülkeyi kaos ortamına sürüklemeye başlasa da siyasi iktidarlar hangi görüşte olursa olsun ülkede yatırım yapmak için yarışıyorlardı. Her hükümet bu ülkeye bir şeyler yapma çabasındaydı.
O dönemin insanları amir-memur ve ballı maaşlar için Ankara’ya gitmezlerdi.
O dönemin akil insanları, siyasetçileri yörelerine fabrikalar açılsın, istihdam yaratılsın diye Ankara’ya giderdi.
Doğu Anadolu Türkiye’nin et deposuydu.
Et Balık Kurumlarımız vardı. Bunlar hem istihdam yaratıyordu hem de vatandaşın en ucuz şekilde et tüketimini sağlıyordu. Ürettikleri etleri halka ucuz fiyata satmak için her ilde her ilçede Tanzim Satış Mağazaları açmışlardı.
Tarım ’da kendi kendimize yetip üstelikte ABD dâhil birçok Avrupa ülkesine tarım ürünleri satıyorduk.
Ders kitapların da Konya’nın, Trakya’nın buğday deposu olduğu ve dünyayı besleyecek buğday ürününe sahip olduğumuz yazardı.
Cumhuriyet tarihinin en büyük projesinin temelleri o dönemlerde atıldı. Güneydoğu’da yokluk ve sefaleti yok etmek için tarımcılığı daha da geliştirmek için GAP hayata geçirildi. Sulu tarım hem millete hem devlete kazandırıyordu. O yılların güç şartlarında Keban, Atatürk, Karakaya gibi dev barajlar yapıldı. Barajlar zinciri o dönemde gerçekleşti. Hatta O dönemler de Merhum Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel “Barajlar Kralı” olarak anılıyordu.
Doğu Anadolu’da sadece et kombinaları dışında Sümerbank’ın tekstil, konfeksiyon ve ayakkabı fabrikaları vardı. Bu fabrikalarda her haneden mutlaka bir çalışan bulunurdu.
Tekel İdaresi’nin sigara ve yaprak tütün işleme atölyeleri, Mazıdağı’nda fosfat işleme tesisleri vardı. Elbistan’da kömür madenlerinde binlerce insan çalışıyordu. İşsizlik oranı çok çok düşüktü.
Kamuda yaklaşık 1,5-2 milyon insan çalışıyordu. Emeğe saygı vardı. Çalışanlar sözleşmeyle kendilerini refah düzeyinde yaşatacak para kazanıyorlardı. İşçiler yılda dört maaş ikramiye alıyorlardı. İşçilerimiz grev haklarını korkmadan kullanabiliyorlardı. Arkalarında dağ gibi sendikaları vardı!
Siyasetçilerimiz vatandaşı korkutmadan yönetmeye çaba gösterirlerdi.
Şartların çok kötü olduğu dönemler de bile halka moral vermeyi, umutlandırmayı ihmal etmezlerdi.
Milli Eğitim Bakanları gerçekten “Milli” bir “Eğitim” den yanaydılar.
Milli Bayramlarımız coşkuyla, sevgiyle, sevinçle kutlanırdı.
Milli Bayramlarımıza gideceğimiz günün gecesi bizleri uyku tutmazdı. Sabahın çabuk olmasını isterdik. Bir an önce tören alanına gitmek için can atardık.
İllerimiz ’de, ilçelerimiz de, köylerimiz de okullarımız, meydanlarımız Türk Bayrakları, Atatürk posterleri, bayramımızla ilgili Afişler ve pankartlarla donatılırdı.
Cumhuriyet Bayramlarında, 30 Ağustoslar da TSK’yı gururla seyreder kendimizi güvende hissederdik.
O zamanlarda gerek halkımız gerekse devletimizi yönetenler milli günlerimize değer verip sahip çıkarlardı.
Herkeste müthiş bir vatan sevgisi vardı.
“Milli Birlik ve Beraberlik” dediğimiz o duygu doya doya yaşanırdı.
Seksenli yıllara geldiğimiz de Özallı yıllar başladı. O dönemin başbakanı sevimli, sempatik bir insandı. Toplum ondan çok şey bekledi.
Merhum Cumhurbaşkanımız ve o dönemin Başbakanı Turgut Özal her konuşmasında heyecan yaratırdı. Sevimliydi, korkutmuyordu, sempatikti.
Türkiye’yi siyah-beyaz yıllardan çıkarıp renkli bir Türkiye’ye doğru yürütmeye başladı.
Ama bunları yaparken ülkeye “çağ atlatırken” ABD politikalarına da izin verdi.
Özelleştirme adı altında Doğu ve Güneydoğu’daki fabrikalar satıldı.
Satılan fabrikalar birer birer kapatıldı.
ABD yarattığı PKK canavarını başımıza musallat etti.
Tabut tabut şehitlerimiz o yıllarda gelmeye başladı.
Analar o yıllardan itibaren ağlamaya mahkûm oldu.
Terör yüzünden köylülerimizin yaylalara çıkış yasaklandı.
Hayvancılık bitirildi.
Öyle bir hale geldik ki, Bulgaristan’dan peynir, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerden et ithal ettik.
Kamu fabrikaları teker teker kapatıldı.
Çalışan sayısı hızla azaldı. İkramiyeler hızla kalktı. İlaç üretiyorduk, serum üretiyorduk.
Ülkemiz dışa bağımlı hale geldi.
SSK’nın ilaç fabrikası vardı.
Kendi tohumumuzu üretiyorduk.
Tohum enstitümüz vardı.
Türk Çimento Kurumu Afrika’da anahtar teslimi çimento fabrikası kuruyordu.
Bu kurumların hepsi Turgut Özal döneminde kapatıldı.
ABD’nin planı saat gibi işliyordu.
Bunun adına dünyaya uyum sağlayan Türkiye, hatta “Küçük Amerika” denildi. Özelleştirmelerden elde edilen paralarla ve dış borçlarla üretmeden yaşamaya o günlerde alıştırıldık.
Özallı yıllar bizleri “lüks yaşamla” ve “konforla” tanıştırdı.
Lüksü yaygınlaştırdı. İnşaat sektörünü teşvik etmek için sahilde ikinci konut sahibi olmayı, bunun için kooperatif kurmaya teşvik etti. Betonlaşma hızla arttı.
Bütün bu lüksün bedelini bankalarımızı, sigorta şirketlerimizi yabancılara satarak ödedik.
Yetmedi borç aldık. Şu an dünyanın en borçlu ülkelerinden biriyiz.
Borçlarımız her yıl katlanarak artmakta her Türk anasından borçlu olarak doğmaktadır.
Bir zamanlar bir Türkiye vardı, en mutlu ve huzurlu yıllarını 1980’e kadar yaşayan…
Ve geldik bu günlere…
Ali Galip AKYILDIRIM